Ama ama ama beni Frank Sinatra karşılayacak zannediyodum :((
http://www.youtube.com/watch?v=aqlJl1LfDP4
Yapacak bir şey yoktu. Evet Harlem’de gece yarısı tek
başımayım! Ve Hatta “Ne kadar heyecanlı , keyif almaya bak Bahar! “diye
düşünmeye çalışsam da ,başarılı olamıyordum; kalbimin atışını ağzıma hatta
beynimde hissediyordum. Trenden inip başka bir hatla geriye dönmek için,
yeraltından yer üstüne çıktım. İşin kötüsü kafamdan bir sürü şey geçerken,
haritayı da karıştırmıştım ve nerede olduğum ile ilgili en ufak bir bilgim
yoktu. Bu durumda etrafta düzgün tipli gördüğüm , mümkünse hemcinsim olan
kişilere yol sormam gerekiyordu. Ama karanlıkta , çevrede köşe başlarında
toplanmış ikişerli, üçerli erkek siyahi arkadaşlardan başka kimse yoktu. Bir ara iki kız gördüm yolda yürüyen ve
onlardan yardım istedim. Peşlerinden yürümeye devam ettim.Ancak bir noktadan
sonra sırtımda çantamla, tipik bir turist, ki bu görüntü her zaman risklidir,
olarak tek başıma yürüdüm.Issız dar ara sokaklardan 20-25 dakika belki de
hayatımda yürümediğim kadar hızlı hızlı adımlarla geçtim ve sonunda başka bir
trene binip Hostelimi buldum. Hostele kapıdan girdiğimde, resepsiyonun önünde
10-15 dakika kadar oturdum ve güzel okkalı bir “ohhhh!” çektim. Odama yerleşip
bir duş alıp yattığımda benden mutlusu yoktu!
Central Park’ın kuzey batısında, Upper West Side da yer alan
hostelim çok iyiydi ve çok büyüktü. Daha önce de başka ülkelerde aynı zincirin
(Hostelling International) hostellerinde kalmıştım. İlk defa 12 kişilik odada
kaldım. Her şey güzeldi. Odalar temiz ve ferah,
lokasyon çok iyiydi; en önemlisi hostelde birçok ücretsiz aktivite
vardı. Dev ekranlı bir Home Theatre odasında haftada iki gece film gösterimi ya
da stand-up gösteriler yapılıyor ; kocaman bahçesinde gitar dinletisi
oluyordu.Bunun haricinde outdoor aktiviteler de vardı. Gündüz yapılan şehir
turları, gece yapılan disco/pub aktiviteleri gibi. Yakın çevrede yerel bir Pub olan ve çevredeki hostellerde kalan turist gençlerin takıldığı, 995 Amsterdam Avenua daki Lion's Head Tavern, 1 dolara bira içilebilen keyifli bir yerdi :)
New York'u 3 ana bölgeye ayırabiliriz aslında.İlk sırada New York'u NYC yapan Manhattan, ikinci sırada Brooklyn ve üçüncü sırada New Jersey. Tüm gezilmeye görülmeye değer yerler Manhattan da olduğu için tüm vaktimi bu bölgede harcadım diyebilirim.Brooklyn köprüsü de görülmeye değerdi pek tabii ,ama New Jersey'ye gitmeye gerek duymadım..
New York'u 3 ana bölgeye ayırabiliriz aslında.İlk sırada New York'u NYC yapan Manhattan, ikinci sırada Brooklyn ve üçüncü sırada New Jersey. Tüm gezilmeye görülmeye değer yerler Manhattan da olduğu için tüm vaktimi bu bölgede harcadım diyebilirim.Brooklyn köprüsü de görülmeye değerdi pek tabii ,ama New Jersey'ye gitmeye gerek duymadım..
Central Park
İlk gün uyanır uyanmaz bir önceki heyecan ve korku dolu geceyi unutup, “bekle beni New York” diyerek yatağımdan kalktım! Tam hostelden çıkacaktım ki resepsiyonun önünde toplaşmış bir grup gördüm ve onlara dahil olup, rehberli Central Park turuna katıldım. Yürüyerek 3,5 saat süren bu turda geçekten büyülendim.
Doğayı , yeşili seven biri olarak burası benim için idealdi. 10-15 kişiyle beraber hızlıca yapılan bu turdan sonra, New York ta bulunduğum 1 hafta boyunca fırsat bulup kaçtığım, çimlere sere serpe uzandığım,kitap okuduğum müzik dinlediğim, yemek yediğim bir uğrak noktası oldu benim için.
Central Park; Manhattan’ın tam ortasında kalmış , yaklaşık 320 hektarlık bir yeşil alan. Yeşil alan derken öyle güzel serpiştirilmiş yapay göletler, köprüler , heykeller , müzeler de yine Central Park’ın sınırları içerisinde bulunuyor.O kadar göktelenin arasında kalmış bu oksijen diyarında gün boyu yoga yapan, satranç oynayan, koşan, spor yapan, bisiklete binen, faytonla gezen, güneşlenen insanlar var. Ya da öğle yemeğini alıp gelmiş , takım elbiseli bir beyaz yakalı banklarda doğanın tadını çıkarabiliyor.
Central Park’ın doğusunda (72nd Street girişinde) Dakota Apartmanı bulunuyor. 1980 yılında John Lennon bu apartmandaki evinin önünde öldürülmüş. Central Park ın içinde gözyaşı damlası biçimindeki Strawberry Fields’ e John Lenon’ın eşi para yardımında bulunmuş. Zaten bu çilek bahçesi de adını John Lennon’ ın “Strawberry Fields Forever” isimli şarkısından geliyormuş. Oraya kadar gitmişken John Lennon ve tabii ki Beatles a tekrar bir sevgilerimi gönderdim.
http://www.youtube.com/watch?v=X4YeJwWsLNQ
China Town &
Little Italy & 5.th Avenue & Times Square
Central Park turundan sonra, 1 haftadır NewYork ‘ta olan, ve
haliyle benden daha çok yeri görmüş olan Brazilyalı arkadaşım sevgili Adriano
beni China Town ve Little Italy ‘ye götürdü ve en son 5th Avenue’dan
hostele doğru yürürken ayaklarımızda
derman kalmamıştı.
China Town’a
öncelikle ağır pis bir koku ile karşılıyor.Tezgahlarda daha önce
rastlamadığım envai çeşit deniz ürünlerinin satıldığı balıkçılar var. Evet ben
denizden babam çıksa yerim mantığında biri olarak, o satılan şeylerin ne
olduğunu çok merak etsem de, burnum o
kokuya dayanamadığı için tezgahların yanına yanaşamadım ve ne olduklarını
öğrenemedim maalesef. Kokudan sonra
dikkati çeken tabii ki tabelalardaki Çince yazılar ve dışarıdan merdivenleri
olan, bitişik nizam evler. China Town’un göze çarpan başka bir özelliği ise,
binalardan, telefon kulübelerine kadar herşeyin üzerinde yer alan pagoda tarzı
çatılar.Bu yapılar çok güzel; insana sanki bir Budist tapınağına ya da bir
mabete giriyormuş hissi veriyor. China Town’da ucuz hediyelik eşyacıları da
ziyaret ettikten sonra, 2 -3 sokak kuzeydeki Little Italy ye attık kendimizi.
Evet China Town daki keşmeşten sonra, Little Italy deki o
İtalyan havası pek tabii iyi geldi.Aşık olduğum İtalyan kültürü burda da
imdadıma yetişti. China Town’da acıkmış ama o kokudan sonra o civarda bir şey
yemeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Mulberry St. ile
Mott St. arasında kalan, kapısından geçerken mis gibi kahve kokusu gelen
Ferrara’s ta biraz dinlendik. 1892 yılından beri faaliyet gösteren bu tarihi
mekanda süper bir espresso ve cheesecake yuttuktan sonra, o enerjiyle 5th
Avenu’ye gitmek üzere metroya bindik.
5.Cadde gerçekten büyüleyiciydi.Ben aslında göktelen ve
modern yüksek binaları sevmediğimi düşünüyordum. Ama kaç katlı olduğunu saymaya
çalışsam da bir yerden sonra karıştırdığım , çatılarını görmek değil
yüksekliğinin kaç metre olduğunu hayal bile edemediğim yapılan arasında yürümek
gerçekten etkileyiciydi. Binalara, hep yukarılara bakmaktan boynum ağrıdığı
zaman caddeye bakıp, o gösteriş, o şaşaa , o markalar, limuzinlerinde şoförleri
bekleyen alışveriş tutkunlarını görüyordum. Onun dışında daha normal fiyatlı ve
hatta Türkiye’den baya ucuz olan markaların yine bu caddede
buluyorsunuz. Alışveriş yapacakların ilave bir valizle ülkelerine döndüğünü o zamana kadar anlamamıştım, ama fiyatları ve alternatif modelleri görünce anladım.
buluyorsunuz. Alışveriş yapacakların ilave bir valizle ülkelerine döndüğünü o zamana kadar anlamamıştım, ama fiyatları ve alternatif modelleri görünce anladım.
İzlediğim filmlerdeki sahneleri hatırılıyor, gözümü kapatıp
tekrar açınca o sahnenin canlısını görüyor olmak daha da bir heyecanlanıyordu
beni. Bence Amerika’nın simgesi olan, 2 katlı Apple Store’da gezinmek ayrı bir
keyifti. Teknoloji ile aram pek iyi olmasa da, kalabalıktan fırsat bulup
yanaştığım Pc lerde internete girip, etrafta biraz bakınmak güzel geldi. Pahada ağır olan şeyleri , hostelde 12
kişilik odada muhafaza etmem zor olabileceği için, Türkiye’ye
dönmeden önce tekrar bir ziyaret ettim 5th Avenue deki Apple Store’u.
New York’ta ilk günümü Times Square da sonlandırmak bir harikaydı. Times Square'in tam ortasındaki iki üçgen , Broadway ve 7th Avenue'nun kesişmesiyle oluşuyor. Evet fazla turistik ve kalabalıktı ama yine de güzeldi. Dört bir taraftan parıldayan neon panolar, rengarenk, ışıl ışıl; büyüleyiciydi.. Çocukluğumdan beri 31 Aralık akşamları televizyonlardan gördüğüm, aşağı doğru yavaş yavaş kayan o ünlü küre & koro halinde geri sayım 10...9....8....7.......3...2...1 ve havai fişekleeeerrrr !! sahnesi tekrar tekrar aklıma geldi. http://www.youtube.com/watch?v=cMGG1dk-WqU&feature=fvst
Ayrıca yine o bölgede Marriott Marques Hotel görülmeye değerdi. İçeriye sırt çantamızla turistik gezi yaparcasına (evet gerçek oydu) umarsızca girip, etrafa baktığımızda, asansöre binip 45-50 kat yukarı çıktığımızda kimse bizi garipsememişti. O sıra kendimi yaramaz çocuklar gibi hissetmiştim:) Aa bir de asansörde ,çok hızlı biçimde o kadar yükseğe çıkarken (150 metre civarı bir yükseklik olsa gerek) basınçtan rahatsız olan kulaklarımızı eşitlemek zorunda kalmıştık. Daha önce uçak ve scuba haricinde kulak eşitlememiştim :)
O akşam Brezilyalı arkadaşım Adriano ile Times Square'a yakın bir yerde bulduğumuz bir pub da süper margarita içtik, ya da çok yorgun olduğumuz ve Times Square den çok etkilendiğimiz için, sonrasında o margarita gerçekten iyi geldi bize :)
Gökdelenler ve diğer görülmesi gereken yapılar
Aslında şehirde görülmesi gereken yerlerin büyük bir kısmını, kaldığım hostelin organize ettiği, ton ton yaşlı bir amcanın bize rehberlik ettiği turda gördüm öğrendim. Sabah 10.00 dan akşam yaklaşık 00.00 a kadar süren bu tur gerçekten çok tatmin ediciydi. 20-25 kişi ile başladığımız bu şehir turu, saatler geçtikçe ve yorgunluk arttıkça, 10-15 kişiye kadar düştü :) Gün sonunda çok yorgundum ve gözlerim kapatır kapatmaz uyudum :)
Rockefeller Center (Top Of The Rock Observation Deck) :
Harika bir avlusu,bahçesi, cafeleri, heykelleriyle art deco tarzındaki bu merkezde saatler geçebilir. Avluda güzel bir kahve ve yanında cupcake keyfi yapıp, mağazaları biraz dolaşıp ve sonrasında pek tabii ki çıkılması gereken Observation Desk. Sevgili Şili'li arkadaşım Arturo ile biletlerimizi alıp, biraz sıra bekledikten ve asansörle 60-65 kat yukarı çıktıktan sonra, manzaradan gerçekten etkilenmiştik. Şansımıza hava da güneşliydi ve mükemmel New York silüetini karşımızda duruyordu öylece. Panaromik olarak şehire yüksekten bakınca, Central Parkın ne kadar güzel konumlandığını farketmiştim.Ve maalesef ki o kadar beton yığını arasında nasıl da sıkışmış gözüküyordu :(
St. Patrick Cathedral
Dünyanın en büyük katedralleri arasında olan St.Patrick 101 metre yüksekliğinde ve 53 metre genişliğiyle göktelenlerin arasında sakin sakin oturuyor.Mimarının Almanya Köln'deki gothik bir katedralden etkilenip Avrupa tarzı diğer mimarilerden de etkilenmiş. St. Patrick katedralinin önünden yol geçiyor ve hemen yolun karşında ise Lee Larwin'in "Atlas" heykeli bulunuyor.
Flatiron Building beni en etkileyen binalardan biriydi. iki sokağın kesiştiği yerde olan bu bina, aynı bir ütüye benziyor. Yolun tam karşısına geçip, binaya farklı açılardan bakınca, her seferinde farklı bir yapıya bakıyormuş gibi oluyorsunuz. Yani çok küçük baş hareketleri ile, bakış açısına göre , oldukça farklılaşan bir bina oluyor.
11 Eylül 2001 de, World Trade Center a yapılan saldırıdan sonra kendini toparlamaya çalışan ve Ground Zero diye adlandırılan bu bölgeden geçerken ise, o tarihte televizyonlardan izlediğimiz görüntülerin buralarda yaşandığını hatırlayıp ,tüylerim diken diken olarak hüzünlenip üzülerek devam etmiştim yoluma..
Manhattan'ın en güney ucundaki, Battery Park'tan kalkan gemiyle,Özgürlük Anıtı 'nın buluduğu Ellis Adasına gidebilir, ya da Circle Line Boat Tour ile, 3 saatlik denizden yapacağınız bir tur ile Manhattan adasının çevresini sudan gezebilirsiniz.
New York'ta göktelenler saymakla bitmez, hatta elinizi sallasanız önemli, heybetli, ünlü bir binaya rastlamanız çok mümkün. Chrysler Building & Grand Central Terminal, Empire State Building , Federal Hall & Trinity Church görülmesi gereken diğer önemli göktelen ve yapılardan bazıları
Brooklyn :
Köprünün diğer tarafı Brooklyn Manhattan'dan çok farklı. Göktelenler yok, çatısını göremediğim plazalar yok. en keyiflisi Manhattan ve Brooklyn'i birbirine bağlayan Brooklyn köprüsünden yürüyerek geçmekti. Özellikle Brooklyn Bridge Park'tan, tam karşıdaki göktelenler diyarı Manhattan'a bakmak gerçekten etkileyiciydi. Açık havalarda eminim çok daha güzel olur,ama yağmur bulutlarının üzerinde dolaştığı biraz daha kasvetli bir Manhattan silüeti de hiç fena değildi :)
Müzeler:
New York: Dünya'nın sanat merkezi...Gezmeye deeri görmeye değer o kadar çok müze var ki..Belki de sadece 1 hafta sadece müzeleri gezmek için ayrılabilir.Benim o kadar zamanım ve isteğim olmadı ama araya birşeyler sıkıştırabildim..Bir dahaki sefere turistik geziden ziyade, daha çok kültür sanat gezisi yapmaya karar verdim..Bu kısım biraz eksik kaldı :(
Museum of Modern Art (MoMa): Belki de gezdiğim en güzel müzelerden biriydi.Frida Kahlo, Van Gogh (Yıldızlı Gece), Monet (Nilüferler), Rousseau, Picasso, Dali(Belleğin Direnci) gibi dünya çapında bir çok eser bulunmakta. Pop Art'ın ustası Andy Warhol'un "Altın Maryn Monroe" si de yine bu müzede gördüm. Özetle MoMa da, bir sanat tarihi öğrencisi, bir ressam veyahut bir heykel sanatçısı kendini kaybedebilir. Çünkü MoMa'nın kalıcı koleksyonunda 100 binin üzerinde resim, heykel,tasarım objesi, mimari çizim ve modeli içermekteymiş..
American Museum of Natural History : Dev Dinazor fosillerinden, memelilere, kuşlara ,deniz canlılarına ve daha önce doğada hiç görmediğim minik organizmalara kadar herşeyin sergilendiği büyük bir müze.Ben son gün gittiğim için oldukça yorgundum.Zamanım olsa çok daha detaylı gezmek isterdim.
Guggenheim: Ah ah ah..New York'a kadar gittiğim ama gezmediğim müze:( Çok pişmanım..
Çok yorgun olduğum için ve çok da zamanım olmadığı için, tembellik yapıp gitmedim buraya ama neler kaçırdığımı sonradan öğrendim. ABD nin en büyük mimarı sayılan Frank Lloyd Wright'ın New York'taki tek binası olan, spiral biçimindeki bu eserine şöyle deniyor "doğrusal bir alanda bulunan dairesel form".. Görmek gezmek lazımdı..Ama artık çok geç, bir dahaki sefere :(
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder