GRONINGEN (Temmuz 2011 / HOLLANDA)

Groningen , Hollanda'nın kuzeyinde yer alan minik bir öğrenci kenti. Toplam nüfus 186.000 civarında iken, yaş ortalaması 35 in atında olan, öğrenci sayısı 50.000. Amsterdam merkezden trene binip giderken, yollardaki çeşit çeşit büyükbaş hayvanlara ve yeşilliğe bakarken, 3 saatlik yolun nasıl geçtiğini anlamıştım :)
Ayrıca kanallar şehri Groningen' de tarih kokan eski binalar ve ikinci dünya savaşından kalma izlere de rastlayabilirsiniz. New York'ta tanıştığım arkadaşım Tim, Groningen'de yaşıyordu. Buradaki rehberim oydu, şanslıydım. Gerçi çok küçük bir yerdi Groningen, sadece 1 günde bile tüm kenti gezilebilir.



Şehrin merkezi, belki de en büyük meydanlar Grott Markt (Great Market) ve Vismarkt (Fish Market).
Grott Mark'da , 15. yy dan kalma , 97 metre yükseklikteki, Martini Tower 'a tırmanp, dev çanların arasından, kentin en yüksek yapısından panaromik manzaraya bakmanızı öneririm.Ve bu kulenin hemen yanında bir de klisesi var ki orada da insan huzur buluyor..




Grott Markt'taki cafeler , restaurantlar eğer yağmur yağmıyorsa, günün her saati dolu olabiliyor. Farklı farklı bira çeşitleri denemek için tam yeri burdaki cafeler! ayrıca Waagstraat'da da güzel cafeler de saatlerinizi geçirebilirsiniz.





Grott Markt'tan başlayıp Poelestraat a dogru yürümeye başlayabilirsiniz. Groningen'de "Guest House" diye geçen ortaçağdan kalma tarihi misafirhane/pansiyonlar var. Ve bunların mükemmel bahçeleri var;  St.Geertruids Gasthuis, St. Antony Gasthous bunlardan bazıları..Ve tabii ki hayran kaldığım, tünellerin takların içinden geçip, yemyeşil , rengarenk çiçeklerin arasındaki Prince Garden..

Alışveriş caddesi olan Oosterstraat' da yürümeye devam ederken Saint Joseph Catedral karşınıza çıkacak sonrasında, H.N Werkman'ın büstünün olduğu Hereplein Square de değişik mimariyi görebilirsiniz.  Sonrasında kuzeye doğru ilerleyip, 11. yy dan kalma kaldırımtaşlarıyla Hereport 'dan geçerek, Synagogue 'a doğru ilerleyebilirsiniz.  Yahudi mahallesi ve aynı zamanda  alışveriş caddesi olan Folkingestraat a geldikten sonra, burada şehrinn en eski pub ı olan Huis de Beurs da bir bira içip biraz soluklanmanızı tavsiye ederim.
Groninger Museum ve Ana Tren istasyonunu da yürüyüp dolaştıktan sonra, Groningen'in güneyini bitirmiş oluyorsunuz. Grote Mark'ın kuzeyinde görülmesi gereken yerlerden biri, iki fakülteyi barındıran Harmoniecomplex .Burada üniversiteye giden ilk bayan öğrenci, Aletta Jacobs 'un büstünü ve daha birçok plastik sanat eserini görebilirsiniz. Bu binaya çok yakın Academy Building, 1909 da yapılmış neo-rönesans tarzında görülmesi gereken bir diğer tarihi bina.

Groningen'de en keyifli anlarımdan biri, kano kiralayıp, saatlerce kentin aralarından geçen kanallarda gezindiğimiz zamandı. Feci yağmur bastırınca, köprü altlarına saklanıyor, yoğun su trafiğinde başka kanolara çarpmamak için büyük çaba sarfediyorduk. Parkurumuzu diğer arkadaşlarımızdan daha önde bitirmiş ve kendi çapımızdaki yarışımızı başarıyla tamamlamıştık.İlk yarım saat Tim ile beraber, senkronize biçimde kürekleri çekiyordum, ancak sonra yorulduğumda , kürek çekmeyi bırakıp tüm işi Tim'e yüklemiştim ki, en keyifli anlar o zaman başlamııştı benim için :))
Bu aktivite esnasında, temmuz ayı olmasına rağmen, yağmurda baya bir ıslanmış olsak da, sonrasında Vismarkt 'daki Meksika restaurantı, Cantina Mexicana' da,  kalabalık bir grup halindeki , etlerin dirseklerden akarcasına yendiği bol sohbetli yemek çok güzeldi..
Gece hayatı çok da aktif değil. ama tabi öğrenci nüfusu fazla olduğu için, kafelerde bira yudumlayabileceğiniz bir çok mekan var, nabzı arttırıp daha hareketli birşeyler yapmak isterseniz de, Oosterstrat 44 de bulunan Vera Pop Club'da dünyaca ünlü gruplardan birini dinleyebilirsiniz.


İlgisini çekenler için, yeni açılan bir müze de, "Dutch Comic Strip Museum". Ben burayı gezmedim ama Burada çizgi romanların nasıl yazıldığı oluşturulduğu ile ilgili kapsamlı bilgiler edinebilirsiniz.



BROTHER ADALARI (Haziran 2011 / KIZILDENİZ MISIR)

4 Haziran 2011 sabahı  çok zor uyanıp gitmiştim Atatürk Havalimanı'na. Bir gece önce arkadaşımın doğumgünüydü ve geç yatmıştım. Evet uykuluydum ama enerjimden ve gözlerdeki heyacandan hiç birşey kaybetmemiştim :) Hala inanamıyordum; vize konusunu Ayışığı'ndan sevgili İpek pasaport fotokopimle, bir şekilde halletmişti :) Çünkü geziden birkaç gün öncesine kadar ben Amerikadaydım, ve tabii ki pasaportum da benimleydi. Herhalde New York'ta ki Mısır konsolosluğuna gidip, turistik vize talep eden tek Türk benimdir :) Oradaki Konsolosluk haliyle, "git kendi ülkenden başvur" dediği için, iş İpek'e kalmıştı :)

Neyse..alana gittiğimde sevgili GSAS ekibinin (Garanti Su Altı Sporları Klübü) de heyecanı gözlerinden okunuyordu. Daha önce beraber birçok dalışa gittiğim arkadaşlarım Özgür, Oğuz, Haşim Abi, Çağatay, İlter ile yine bizim klüpten yeni tanıştığım Gözde ve Canan'da ekibimizdendi. GSAS haricinde bir de profesyonel fotoğraf ekibi vardı ; Sevgili rahmetli Recep Hocamız, Burcu, Tamer Abi ve Melih Abi. Tüm ekiple havaalanında tanıştıktan sonra, 1, 5 saatlik ilk uçuşumuzu Kahire'ye yaptık. Oradan da, yerel bir arap havayolu şirketiyle çöllerin üzerinden geçerek 1 saatte  Hurgada'ya gittik. Tüm Arap havayollarında olduğu gibi, uçak kalkarken Besmeleler okunup, inince dualar okunmasına çok şaşırmadım bu sefer, çünkü bir sene önce yine Mısır (Sharm El Sheikh'e) giderken aynı manazarayla karşılaşmıştım :)




Havaalanından Golden Dolphin III teknemizin bulunduğu , Hurgada Marina'ya giderken etrafta pek ilgi çekici birşey gözükmüyordu. Pis ve toz topraktı benim için Mısır. Nasıl karada pek kaydedeğer birşey yoksa, sualtında ise tam tersine kocamaan bir cennet vardı!



 Hurgada Marinada teknemize eşyalarımızı yerleştirdik, teknede yemeğimizi yerken profosyonel dalgıç/ sualtı fotoğrafçısı ekiple daha detaylı tanıştık.
Onların 3000 -5000 olan dalış sayısını duyduğumda, kendi dalış sayımın 25 olduğunu söylerken utanmadım değil :)
O gece tekne marinada olacağı için, etrafı keşfe çıktık. Tabii ki nargile ve yerel biraları Sakara dan başka bir şey yoktu...


Tekneye döndüğümüzde ilk gece en üst güverteye çıkıp, o güzel müzikler eşiliğinde yatıp yıldızları izlemek harikaydı. Simsiyah gökyüzüne serpiştirilmiş o minik ışık tanecileri, hem sonsuzluğu, hem özgürlüğü ,hem de evreni aslında ne kadar gizemli ve büyük olduğunu düşündürmüştü bana bir kez daha..






Teknede bizim Türk ekip haricinde, kahkahalarıyla ortalığı kasıp kavuran İsveçli orta yaşlı bir çift ve Avusturya asıllı ama Amerika'da yaşayan yakışıklı Metthew vardı.1 hafta boyunca 24 saat beraber olacağım ekip bu ekipti..

İlk sabah uyandığımızda resmen denizin ortasındaydık. Bu gerçekten inanılmaz birşeydi. Kızıldenizin ortasında, dev dalgların arasında gözümüzü açtığımızda, telefon çekmiyordu, radyo internet zaten yoktu..Resmen teknoloji ve her türlü basın yayından uzaktık. Teknemiz çok güzel , çok konforlu, mürettebat çok iyi ve yiyecek içecekler mükemmeldi.

Her gün 3 dalış yapacağımız için, sabah 5-6 gibi uyanıp hemen suya atlıyorduk. İlk gün o dalgaları gördüğümde korktum açıkcası. Hiç o kadar dalga ve akıntıda dalış yapmamıştım..Evet ilk günkü dalış noktamız dev müreni gördüğüm ve hatta dokunduğum Gota Abu Ramada idi. Sonraki günlerde Small Brother , Big Brother (Aida batığı) da dalışlarımızı yaptık.


Sevgili uykucu buddy'im Gözde sabah dalışını yapmak istemediği bir seferde, sapan kuyruk köpek balığı gördüğümde çok etkilenmiştim. O anki buddy im İsveçli kanka da çok heyecanlanmış olacak ki, bana göstermek için sıktığı kolumda oluşan morlukla bir kaç gün gezdim:) 



Napolyonlar, melek balıkları, deniz çanları, papağan balıkları, kutu balıkları, anemonlar, aslan balıkları, kaya balıkları, ahtapotlar, kalamarlar, kaplumbağalar, gökkuşağının her rengini ,her tonun barındıran çeşit çeşit balıklar ve mercanlar...



Small Giftun da sondan bir önceki gün yaptığım gece dalışı ise, benim için farklı bir deneyimdi..İlk defa yapacaktım ve acemiliğimden biraz tırsıyordum..Neyse ki rehberimiz Muhammed'in koluna girip, dibinden ayrılmayarak tamamladık o dalışı da.Gece gece uyuyan mürenlerin, balıkların, ahtapotların gözüne gözüne ışık tutunca bir an onları 
uyandırdık diye, gelip bize saldıracaklarmış gibi hissetmiştim:))

Kızıldeniz rüya gibi birşeydi..Su altına inince de başka bir dünyadaymışım gibi geliyor. Akvaryum gibi, ya da hani şu ekran koruyucu olarak kullanılan rengarenk görüntülerden..Ben kimim?, nerdeyim?, bu canlılar benim çevremde ne yapıyor? ya da benim ne sorunum vardı? kime kızmış , kırılmıştım gibi şeyler aklımdan çıkıp gidiyordu..Tamamen ve sadece oradaydım..

Sadece o anın ve orada olmanın tadını çıkarıyordum..Hem de öyle böyle değil :) sindire sindire..


Deniz altındaki o sessizlikte, o manzarada, suyla benim arama bir şeyin girmesine izin vermek istemiyordum..ve tabii ki beynimle benim arama da hiç bir sorunun girmesine izin vermek istemiyordum..Belki de bu yüzden , su altı bana terapi gibi, belki de meditasyon gibi geliyor..

Akşamları uyurken gözümün önüne, gün içinde yaptığım dalışlarda gördüğüm balıklar, mercanlar ve diğer canlılar gelmesi de ayrı bir zevk ,ayrı bir hazdı tabii ki :)

Dalışlar haricinde teknede akşamlarımız da çok keyifli geçiyordu. Gerçi gün içinde çok yorulduğumuz için ve ertesi sabah da yine dalış için erken kalkacağımızdan sabahlara kadar içki içemiyorduk. Her akşam yemeğinden sonra yapılan kahve & nargile keyfi yapılıyor. Yakışlı rehberimiz Muhammed  ve sevgili Renate bizlerin kahve falına bakıyordu ulu orta :) Hatta onlar bakıyor, İsveçlisi Türkü ,Arabı hep beraber yorumluyorduk :)


Sonrasında ise su altı feneri ile disco ışığı yaparak kendi çapımızda eğlendiğimiz, cıvıttığımız ortamımız başlıyordu. Burada unutmamak lazım ki, bir hafta boyunca akşamları, aç-kapa disco ışığı yapmak üzere kullandığımız Çağatay'ın fenerinin pilini epey harcayınca, gece dalışı yaparken fenerini pilinin bitmesi ve kendisini dalışı yarıda kesip çıkması ayrı bir traji komik olay olmuştu :))










Son gün ise dalış yapmayıp, Hurgada marina açıklarında dilediğimizce yüzdük. Çünkü ilginçtir ki 1 haftadır teknede olmamıza rağmen yüzmek, köpekbalığı tehlikesi yüzünden, yasaktı. Scuba yapabiliyorduk ama yüzemiyorduk :) 


Benim için bu mavi tur hayatımda birçok ilki barındırıyordu.
İlk defa 1 hafta boyunca karaya ayak basmadım, ve telefon internet radyodan uzak kaldım.
İlk defa 28-30 metre derinliğe kadar daldım.
İlk defa gece dalışı yaptım.
İlk defa zodiac tan dalış yaptım. Zodiac tan inme ve çıkmasını öğrendim.
İlk defa sualtı bilgisayarı ve sosis kullandım.
İlk defa köpekbalığı (sapan kuyruk) gördüm!!

Ekibimiz arkadaşlarımız çok güzeldi, su altı mükemmeldi, tekne çok iyiydi.. Benim hayatımda yaptığım en güzel tatildi diyebilirim!! .Ve ben bu turdan sonra dedim ki; "Bir daha Mısır'a karaya gitmem.Mavi tur /Safari liveabroad diye geçen tekneli dalış turlarına katılırım"

AMSTERDAM (Kasım 2009 ve Temmuz 2011 / HOLLANDA)


Amsterdam....Benim için belki de en güzel, en anlamlı, en özel şehir..Sevgili arkadaşım Çağdaş'ın dediği gibi : "Baba Toprağı" :) Amsterdam'a ilk Kasım 2009'da Gizem'le gitmiştim İstanbul'dan. Amsterdam'a ilk ziyaret yalnız olmaması iyi oldu. Yanımda güvenebileceğim can dostum Gizem olduğu sürece, her türlü uçarı ve aşırılığı yapabilme lüksüm vardı :))
Amsterdam'a ikinci sefer Temmuz 2011 de gittiğimde, adeta oralıymışım gibi hissettim kendimi..En ünlü alışveriş caddelerinden biri olan Leidsesstraat 'da yürürken sanki yıllardır orada yaşıyormuşum gibi bir huzur dolmuştum ilk gün :) 
Amsterdam'a ilk turistik gezimden İstanbul'a dönerken, çok şey sorgulamıştım..Özellikle cinselliğin o kadar gözler önünde olması ve hatta insanların gözüne sokulması beni biraz rahatsız etmişti sanırım..Kadınların et, et sokaklarda kolay ulaşılır olması, toplumda kadının yerini tekrar tekrar düşündürmüştü bana..Kendimi modern ve fazlasıyla açık görüşlü bulurdum,ama Amsterdam'da Red Light District te gördüğüm sahnelerde kendimi Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş taşralı gibi hissetmiştim..:)
Red Light'ta fotoğraf çekmek yasak, her ne kadar arkamızdan fahişeler baya bir küfretmiş olsa da, bir kare yakalamayı başarmıştık :)


Amsterdam, özetle özgürlükler şehri...Özgürce kullandığınız zevk verici maddeler (marihuanna, spacecake ve mantar) ve özellikle erkek turistlerin özgürce yaşadığı cinsellik...Ayrıca Amsterdam eşcinsel evliliklerin legal olduğu ilk şehirlerden biri.
Ve tabii ki Amsterdam: kanallar şehir. İlk başta , iç içe geçmiş yay biçimindeki bu kanallar ülkeyi korumak için yapılmış.Amsterdam ismi Amstel ırmağının üzerinde kurulan su bendi (Dam) olan Amstelredamme'den geliyormuş.Bu isim zamanla Amsterdam'a dönüşmüş.

Ben ilk gittiğimde, merkeze uzak, otobüsle yaklaşık yarım saat, olan bir otelde kalmıştım, ve kötüydü. Bence Amsterdam'da en önemli şey kalacağınız yerin merkezde olması.Çünkü sabahlara kadar süren gece hayatı çok aktif bu şehirde. Her türlü aktivitenin merkezi Leidseplein. Ben ikinci gittiğimde bu meydana yakın iki hostelde kaldım. Biri Vondelpark'ın hemen yanında çok büyük ve temiz bir hosteldi, diğeri ise tüm bar ve cafe lere 10 adım mesafedeki Leidsekruistraat daki küçük ve konforsuz Hostel Orfeo ydu. Her ne kadar bu hostel lokasyon haricinde , kötü bir hostel olsa da yine de benim en güzel vakit geçirdiğim ve güzel arkadaşlıklar kurduğum hostellerden biriydi.. 

Leidseplein'dan Dam Square'e doğru yürümeye başlayabilirsiniz. Trafiğe kapalı caddenin ortasından tramvay geçiyor. Sağlı sollu mağazalara bakınıp, bu tramvay hattını takip ettiğiniz sürece kaybolmazsınız.Ve ana hatlarıyla Amsterdam'ın yarısından çoğunu görmüş olursunuz.

Her şehirde önerebileceğim gibi, Amsterdam'da da ilk yapılması gereken şey "Free Walking Tour". Her gün saat 11:15 ve 13:15 de Dam Square den başlıyor bu tur.Buluşma noktasına 10-15 dakika erken gitmekte fayda var. Üniversite öğrencilerinin rehberlik yaptığı bu turda genel anlamda özet bilgi veriliyor, hızlıca şehir gezdiriliyor ve en önemlisi yalnız gezginler bu turlarda sosyalleşiyor :) Ben bu turu yaparken zaten New York'ta tanıştığım arkadaşım Tim vardı yanımda. Her ne kadar kendisi Hollandalı olsa da, Amsterdam'a turistik amaçlı ilk defa geliyordu ve bu tur, onun bile ilgilisini çekmişti. Kendisi , Amsterdam a birkaç saat uzaklıktaki Groningen'de yaşıyordu.



Heineken Experience'da bira yapımını öğrenip, fabrikayı gezerken, ikram olarak verdikleri birayı yudumlayabiliyorsunuz. Güzel kısa bir gezi bence, tavsiye ederim. (Ama en güzel bira Efes Pilsen'imiz :) )


Artis Royal Zoo, Hayvanat bahçesi mutlaka görülmesi gereken bir yer. Merkezden biraz uzak, yürüyerek gitmesi zor. Özellikle güzel havada eminim çok daha güzel olur. Burada bana en ilginç gelen, botanik bölümde binlerce çeşit rengarenk kelebeklerin çevrenizde uçuştuğu, onlara dokunabildiğiniz bölümdü. Ayrıca 750.000 farklı çeşit böceklerin olduğu bölümde ise, merdivenlerin tutacak bölümlerine gömülü kanallardan yürüyen minicik kabuklular görülmeye değerdi..







Amsterdam'da her şeyin bir müzesini bulabilirsiniz. Küçük küçük bir sürü ilginç müze var. Gezdiğim Çanta Müzesi ve Lale Müzesi bunlardan bazıları.Ama tabii ki bunun haricinde görülmesi gereken büyük müzeler:
-Van Gogh Museum : Hayran kaldığım 200 den fazla resim ve  500 den fazla çizim vardı..Vincent Van Gogh'un ilginç hayat hikayesini ve bu hikayenin eserlerine nasıl yansıdığını görmek çok güzeldi..
-Rijksmuseum : 5000 den fazla Rembrandt eserlerini görebileceğiniz büyük bir müze. Güzeldi, ama Van Gogh kadar etkilemedi beni..

-Madame Tussad'd Museum: Dam Square deki bu balmumu müzesi eğlenceli. Michael Jackson kıyafetleriyle moonwalk dansı yapıp, fotoğraf çektirebildiğin interaktif bölümü mutlaka ziyaret edilmeli :)




Bir diğer toplu aktivite de, Leidseplein Pub Crawl. En eğlendiğim gecelerden biriydi. Grup halinde genelde Leidseplein çevresindeki 6 farklı klübe götürüyorlar. Ve hepsinde 1 er bedava içki içme hakkınız oluyor.Bir de hatıra tshirt ü veriyorlar tamamı 20€ idi. Biz Tim'le beraber katıldığımız bu aktiviteye, belli bir saatten sonra aynı hostelde kaldığımız sevgili Türk arkadaşlarım Kadir ve Çağdaş ile devam etmiştik.. (Burada komik olay da, benim ilk onlarla Hostelde tanışırken "Ben aslında yurt dışında Türklerle konuşmam" dediğim halde, onların ikram ettikleri tekilayı da afiyetle mideye indirmem ve hatta sonra beraber çok güzel vakit geçirip, İstanbul'da da görüşmeye devam etmemiz olmuştu :)  )



Canal Tour yapmadan, bisiklet kiralayıp (bisiklet turlarına katılabilirsiniz), bol bol peynir yemeden, bol bol pancake yemeden, çiçek pazarından lale soğanı almadan,  her hangi bir striptiz klübe /canlı şova (http://www.casarosso.nl/)
gitmeden ve tabii ki Bulldog cafelerin birinde zevk verici esrar (joint), mantar, space cake denemeden gelmemenizi öneririm :)





KOPENHAG (Temmuz 2011 / DANİMARKA)

12 Temmuz sabahı Amsterdam Schiphol den kalkan Cimber Sterling 'in küçük bir uçağıyla,1 saat uçuştan sonra Kopenhag Kastrup Havaalanına öğlen gibi indim.Bir önceki gece Amsterdam da sabahladığım için, hiç uyumadan bindiğim uçakta sızmışım. Uçak inip yolcular da boşaldığı halde , hala mutlu mutlu uyumaya devam eden bir tek kişi ben kaldığım için, hostes gelip beni uyandırınca,Kopenhag'a geldiğimi anladım :) Terminal 3 de inip, metroya ulaşmak için baya bir yürüdüm..Büyük bir havaalanıydı ve ilk gözüme çarpan şey insanların ne kadar suratsız olduğuydu. Yardım istediğim insanlar, görevliler hiç yardımcı olmuyor ve kısar ters cevaplar veriyorlardı. Her ne kadar elimde harita olsa ve Hostele nasıl gideceğim yazıyor olsa da, yine de insanlarla iletişime geçmem gerekiyordu maalesef...Danimarka benim için, ilk defa geldiğim, en kuzey Avrupa ülkesiydi...Zaten bu soğuk memleket hakkında daha önce duyduklarımı doğruluyordu ilk 1 saatlik izlenimim..

Neyse, bir şekilde havaalanında Danimarka Kronu aldım ve metroya binip kalacağım hostelin yolunu tuttum zar zor..

Kaldığım Hostel Norrebro denilen semtteydi. Bana kalırsa burası bir banliyö idi. Norrebro göçmenlerin oturduğu multi-etnik bir mahalle.. Çevrede Hintli, Türk, Arap, Pakistanlı , Bosnalı göçmenler ve işçiler vardı. Hatta 1980 lerde bu mahalle bir hayli ayaklanma ve devlete karşı gelme yürüyüşleri yapılmış bir bölgeymiş. Şimdi ise öğrencilerin ve dar gelirli göçmenleri yaşadığı bir mahalle.Açıkcası sokaklar çok temiz ve güvenli değildi.Büyük ihtimal Kopenhag'da kara çarşaflı kadınları görebileceğiniz tek semt.


Çevre iyi değildi ,yapacak çok aktivite yoktu ve şehir merkezinde değildi ama hostel gayet güzel olduğu için,yerleştikten sonra hostel değiştirmeyi düşünmedim, 1 hafta kaldım burada. Aslında burada kalmamı tavsiye eden, Kopenhag'da exchange olarak 6 ay okuyan Hollandalı sevgili(!) arkadaşım Tim olmuştu. Bana bir komplo mu kurdu yoksa gerçekten yardım mı etmek istemişti pek anlayamadım :)) Hostel İKEA kataloglarından fırlamış gibiydi! Ortak alanda bulunan kırmızı koltuk ise, kendi evimdeki en sevdiğim İkea koltuğumun aynısı olduğu için belki de ,ben bu hosteli çok sevmiştim ve gerçekten evimde gibi hissetmiştim :)

Ben ilk gün pert biçimde Kopenhag'a geldiğim için, ve zamanım bol olduğu için (1 hafta Kopenhag için çok fazlaydı) şehir turuna 2. gün başladım. İlk gün hostele ulaşıp güzel bir duş alıp, vurup kafayı yattım. Dinlendikten sonra kalkıp biraz yakın çevreyi keşfe çıktım. Yiyecek birşeyler bulup, sonrasında da marketten birşeyler alıp akşam tekrar hostele döndüm.(İrma ve Netto , bizde sanırım Bim ve Dia ya karşılık gelen ucuz süpermarketler) Hosteldeki arkadaşlarla sohbet edip, vakitlice uyudum akşam..


Kopenhag şehir merkezi, Norrebro'nun güney doğusunda bulunan, otobusle yaklaşık 15 20 dk uzaklıkta  bulunan kabaca; Nyhavn ile Kobenhavn Radhous (belediye binası) arasındaki bölgeye tekabul ediyor.
Birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi, ilk gün mutlaka yapılması gereken şey, "Free Walking Tour" a katılmak. Her gün saat 11.00 de Radhouspladsen (Townhall Square) den kalkan bu tur 3 saat yürüyerek, şehirde görülmesi gereken yerleri hızlıca gösteriyor. Turun sonunda isterseniz bahşiş veriyorsunuz biraz.Evet bu turları daha önce de (Roma, Paris, Barcelona ,vs) denemiştim.Burada da çok memnun kaldım. Genelde üniversite öğrencilerinin rehberlik yaptığı bu turlar çok keyifli, eğlenceli oluyor. Şehir hakkında sormak isteiğiniz herşeyi sorabiliyor ve sonrasında ekiple arkadaş olup, başka aktiviteler de yapabiliyorsunuz beraber.

Town Hall'dan (Belediye Binası) Lavander Caddesi yönünde yürüyüp, daracık sokaklardan geçerken, Christianborg Palace, Nikolaj ve The Royal Theatre 'ın önünden geçiyorsunuz.





Trafiğe kapalı ,ünlü alışveriş caddesi Stroget ; Avrupa'nın en uzun yaya yollarından biri.Bu caddedeki dükkanları ziyaret edip alışveriş yapıp, dondurma ve yol ortasındaki arabalarda yapılan pan cake lerden yiyebilirsiniz. Zaten yürürken ,etrafa yayılan o krep kokusuna karşı koymak imkansız ! :) Ve o hayran kaldığım  Lego dükkanı da yine o cadde üzerinde.





Görülmesi gereken Post &Telgraph Museum ve  Runde Taarin (The Round Tower) de yakın civarlarda. Runde Taarin'in helezon sekilde rampalarından yukarı tırmanırken baya bir enerji harcıyorsunuz ama en yukarı çıktığınızda şehire panoramik bakmak güzel.

Nyhavn yat limanı şehrin kalbi denebilir. Günlerce yağmur yağdığı için, sokaklarda insan görmüyordum.Ama bir gün biraz güneş açtı ve o kadar insan nereden çıktıysa ;herkes Nyhavn da güneşin tadını çıkarıyor, yol kenarındaki cafelerde bir şeyler içiyordu.Kanalın iki tarafında da çok güzel cafeler, restaurantalar var. Burda biraz dinlenip ,bir şeyler içip yürüyüşe devam edebilirsiniz. The Play House 'un önünde fotoğraf çekip, kanalın karşısındaki Opera binasına uzaktan bakabilirsiniz. 


Sahilden biraz içeride kalan, Amelianborg Castle, arkasında Marble Church daha da arkadasında, yemyeşil Kings Garden içindeki Rosenburg Castle da görülmeye değer yerlerden bazıları .Danish Museum of Art & Design da yine bu bölgede. Eğer zamanınız varsa Danimarka'nın en büyük müzesini bence mutlaka gezin ve hatta orta avlusunda bir kahve yudumlayın , tavsiye ederim.
Sahilden yine kuzeye doğru devam edince, Kopenhag'ın simgesi The Little Mermaid i görebilirsiniz. Ben kafamda büyütmüşüm herhalde bu heykelciği.Çünkü kayaların üzerinde oturmuş , o minik deniz kızı heykelini görünce hayal kırklığına uğramıştım, "o kadar da matah bir şey değilmiş" diye yorum yapmıştım

Nyhavn'dan kalkan minik teknelerle, rehberli kanal turu yapmak keyifli. Ancak soğuk hava için tedbirli olun. Bu turda The Playhouse , Opera Binası ve daha birçok yapıyı sudan görüp, kuzeyde Little Mermaid e denizden el sallayıp, dönüşte Christianshavn'ın ara sokaklarındaki kanallardan geçerek yine Nyhvn a dönüyorsunuz.
Kopenhag'da önemli komik ve eğlencelik müzeler ise;  Rıpley's Believe it Or Not , Guinnes World Records ve The Mystic Explore. Tabii ki oraya kadar gitmişken, çocukluğumuzda dinlediğimiz "Kibritçi Kız", "Prenses ve Bezelye Tanesi " gibi Andersen masallarını görsel zenginlikler ile dinleyebileceğimiz ve Andersen'in hayatı hakkında bilgi sahibi olacağınız H.C. Andersen Eventyrhuset i gezmek gerekir.

Benim Kopenhag'da en beğendiğim, en ilginç gelen yer Christiania oldu. Evet ilginçti çünkü bu kurtarılmış bölgeye Danimarka polisi müdahele etmiyordu.(Freetown Christiana diye geçiyor) Ayrı bir kanun , ayrı bir sistem ve kuralları olan bu komünün nüfusu 850 civarında..Girişinde, adeta bir kızılderili köyüne girermiş gibi, "Christiania" yazıyor, çıkarken ise, aynı kapıda "Şu andan itibaren Avrupa Topluluğuna giriyorsunuz" yazıyordu. burdan da anlaşıldığı üzere Christiania halkı kendini Avrupa Birliğinden soyutlamışlardı. Hatta ayrı bir bayrakları bile var.

Christiania şehrin içinde esrar ve benzeri uyuşturusu maddelerin serbestçe kullanıldığı ve satıldığı, bir hippi komünü .Değişik renkteki evler, duvalara, evlerin dışına yapılmış resimler, uçuk artistlerin ruhunu yansıtıyordu :) evet salaş olması güzeldi ancak etraf çok pis gözüktüğü için, ortada varillerde yapılmış yemeklerden ben yemeye cesaret edemedim. Ortada meydanlardaki ikinci el tezgahları gezip, açık havada tahta banklarda bira içip ayrıldım. Önemli bir not :Fotoğraf çekmek yasak.


Charlottenlund daki Aquavarium trenle 15 -20 dk kadar uzaklıkta.Ama trenden indikten sonra bir hayli yürüyorsunuz.Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında yürümek çok zor olsa da, hedefe ulaştığımda memnun kalmıştım. Küçük bir akvaryum ve daha önce görmediğim bir şey yoktu ama , bir bölümünde yengeçler, istakozlar gibi bazı deniz kabuklularına dokunabildiğimiz bir havuz vardı. Özellikle çocukların ilgisini çeken bu bölümde ben çok eğlenmiştim, her gördüğüm canlıya dokunup onları sevmiştim:)

Eğer vaktiniz varsa ve Kopenhag dan sonra daha kuzeye İsveç, Norveç'e gitmeyecekseniz, 30 km uzaklıktaki Roskilde'ye gitmenizi öneririm. Ben o gün , trende istifra edecek kadar hasta olsam ve çok da gezdiğim yerlerden zevk almasam da, yine de Roskilde de Viking Ship Museum ve Roskilde Domkirke görmeye , gezmeye değer yerler.

Her sene temmuz ayında olan, dünyanın en büyük rock festivallerinden biri olan Roskilde Festival, 2011 yılında 30 haziran-3 temmuz arasında yapıldı. Çok şansısızım ki, bir hafta farkla kaçırdım..Sanırım iyi organize olamadığım ve öncesinden planlama yaparken gözden kaçan bir detay olmuş benim için :(