NEW YORK (Mayıs 2011 ABD)

En korktuğum anlardan biriydi…New York’a indiğim ilk gece..Miami’den New York JFK havaalanına indiğimde saat gece 23.00 civarındaydı. Havaalanı içindeki Air Train’de sorun yoktu, hatta sonrasında bindiğim LineA’da da ilk başta her şey yolundaydı…Taa ki tren inmek istediğim durakta durmayıp daha kuzeye Harlem’e doğru devam edinceye kadar. Bir sonraki durak, bir sonraki, durak derken oldukça ilerliyordum o meşhur Harlem’e doğru.Elimdeki haritaya göre bindiğin tren 103.Street de durması gerekiyordu ama sonradan anladım ki gece seferi olduğu için o durağı transit geçiyormuş!! Aman Allahıııımm!! Saat gece 12 ye geliyordu ve Harlem’e doğru hızla yeraltından ilerliyordum.Evet Harlem! Hani şu yıllardır filmlerde izlediğim korkunç zencilerin olduğu mahalle.Evet burada ırkçı gibi anlaşılmak istemiyorum ama sadece her türlü pisliğin olduğunu duyduğumuz , bizim İstanbul’daki Tarlabaşı’na tekabül eden bir yerdir herhalde diye düşündüğüm mahalleydi orası. Daha önce New York’ta yaşamış arkadaşımın da “Sakın Sakın gitme!” diye üzerine basa basa bana tembihlediği yer: Harlem!!


Ama ama ama beni Frank Sinatra karşılayacak zannediyodum :(( 
http://www.youtube.com/watch?v=aqlJl1LfDP4

Yapacak bir şey yoktu. Evet Harlem’de gece yarısı tek başımayım! Ve Hatta “Ne kadar heyecanlı , keyif almaya bak Bahar! “diye düşünmeye çalışsam da ,başarılı olamıyordum; kalbimin atışını ağzıma hatta beynimde hissediyordum. Trenden inip başka bir hatla geriye dönmek için, yeraltından yer üstüne çıktım. İşin kötüsü kafamdan bir sürü şey geçerken, haritayı da karıştırmıştım ve nerede olduğum ile ilgili en ufak bir bilgim yoktu. Bu durumda etrafta düzgün tipli gördüğüm , mümkünse hemcinsim olan kişilere yol sormam gerekiyordu. Ama karanlıkta , çevrede köşe başlarında toplanmış ikişerli, üçerli erkek siyahi arkadaşlardan başka kimse yoktu.  Bir ara iki kız gördüm yolda yürüyen ve onlardan yardım istedim. Peşlerinden yürümeye devam ettim.Ancak bir noktadan sonra sırtımda çantamla, tipik bir turist, ki bu görüntü her zaman risklidir, olarak tek başıma yürüdüm.Issız dar ara sokaklardan 20-25 dakika belki de hayatımda yürümediğim kadar hızlı hızlı adımlarla geçtim ve sonunda başka bir trene binip Hostelimi buldum. Hostele kapıdan girdiğimde, resepsiyonun önünde 10-15 dakika kadar oturdum ve güzel okkalı bir “ohhhh!” çektim. Odama yerleşip bir duş alıp yattığımda benden mutlusu yoktu!
Central Park’ın kuzey batısında, Upper West Side da yer alan hostelim çok iyiydi ve çok büyüktü. Daha önce de başka ülkelerde aynı zincirin (Hostelling International) hostellerinde kalmıştım. İlk defa 12 kişilik odada kaldım. Her şey güzeldi. Odalar temiz ve ferah,  lokasyon çok iyiydi; en önemlisi hostelde birçok ücretsiz aktivite vardı. Dev ekranlı bir Home Theatre odasında haftada iki gece film gösterimi ya da stand-up gösteriler yapılıyor ; kocaman bahçesinde gitar dinletisi oluyordu.Bunun haricinde outdoor aktiviteler de vardı. Gündüz yapılan şehir turları, gece yapılan disco/pub aktiviteleri gibi. Yakın çevrede yerel bir Pub olan ve çevredeki hostellerde kalan turist gençlerin takıldığı, 995 Amsterdam Avenua daki Lion's Head Tavern, 1 dolara bira içilebilen keyifli bir yerdi :)


New York'u 3 ana bölgeye ayırabiliriz aslında.İlk sırada New York'u NYC yapan Manhattan, ikinci sırada Brooklyn ve üçüncü sırada New Jersey. Tüm gezilmeye görülmeye değer yerler Manhattan da olduğu için tüm vaktimi bu bölgede harcadım diyebilirim.Brooklyn köprüsü de görülmeye değerdi pek tabii ,ama New Jersey'ye gitmeye gerek duymadım..

Central Park




İlk gün uyanır uyanmaz bir önceki heyecan ve korku dolu geceyi unutup, “bekle beni  New York” diyerek yatağımdan kalktım!  Tam hostelden çıkacaktım ki resepsiyonun önünde toplaşmış bir grup gördüm ve onlara dahil olup, rehberli Central Park turuna katıldım. Yürüyerek 3,5 saat süren bu turda geçekten büyülendim.


Doğayı , yeşili seven biri olarak burası benim için idealdi. 10-15 kişiyle beraber hızlıca yapılan bu turdan sonra, New York ta bulunduğum 1 hafta boyunca fırsat bulup kaçtığım,  çimlere sere serpe uzandığım,kitap okuduğum müzik dinlediğim, yemek yediğim bir uğrak noktası oldu benim için.


Central Park; Manhattan’ın tam ortasında kalmış , yaklaşık 320 hektarlık bir yeşil alan. Yeşil alan derken öyle güzel serpiştirilmiş yapay göletler, köprüler , heykeller , müzeler de yine Central Park’ın sınırları içerisinde bulunuyor.O kadar göktelenin arasında kalmış bu oksijen diyarında gün boyu yoga yapan, satranç oynayan, koşan, spor yapan, bisiklete binen, faytonla gezen, güneşlenen insanlar var. Ya da öğle yemeğini alıp gelmiş , takım elbiseli bir beyaz yakalı banklarda doğanın tadını çıkarabiliyor.




 Central Park’ın doğusunda (72nd Street girişinde) Dakota Apartmanı bulunuyor. 1980 yılında John Lennon bu apartmandaki evinin önünde öldürülmüş.  Central Park ın içinde gözyaşı damlası biçimindeki Strawberry Fields’ e  John Lenon’ın eşi para yardımında bulunmuş. Zaten bu çilek bahçesi de adını John Lennon’ ın “Strawberry Fields Forever” isimli şarkısından geliyormuş. Oraya kadar gitmişken John Lennon ve tabii ki Beatles a tekrar bir sevgilerimi gönderdim. 
http://www.youtube.com/watch?v=X4YeJwWsLNQ

China Town & Little Italy & 5.th Avenue & Times Square
Central Park turundan sonra, 1 haftadır NewYork ‘ta olan, ve haliyle benden daha çok yeri görmüş olan Brazilyalı arkadaşım sevgili Adriano beni  China Town ve  Little Italy ‘ye götürdü ve en son 5th Avenue’dan hostele doğru  yürürken ayaklarımızda derman kalmamıştı.

China Town’a  öncelikle ağır pis bir koku ile karşılıyor.Tezgahlarda daha önce rastlamadığım envai çeşit deniz ürünlerinin satıldığı balıkçılar var. Evet ben denizden babam çıksa yerim mantığında biri olarak, o satılan şeylerin ne olduğunu çok merak etsem de,  burnum o kokuya dayanamadığı için tezgahların yanına yanaşamadım ve ne olduklarını öğrenemedim maalesef.  Kokudan sonra dikkati çeken tabii ki tabelalardaki Çince yazılar ve dışarıdan merdivenleri olan, bitişik nizam evler. China Town’un göze çarpan başka bir özelliği ise, binalardan, telefon kulübelerine kadar herşeyin üzerinde yer alan pagoda tarzı çatılar.Bu yapılar çok güzel; insana sanki bir Budist tapınağına ya da bir mabete giriyormuş hissi veriyor. China Town’da ucuz hediyelik eşyacıları da ziyaret ettikten sonra, 2 -3 sokak kuzeydeki Little Italy ye attık kendimizi.


Evet China Town daki keşmeşten sonra, Little Italy deki o İtalyan havası pek tabii iyi geldi.Aşık olduğum İtalyan kültürü burda da imdadıma yetişti. China Town’da acıkmış ama o kokudan sonra o civarda bir şey yemeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Mulberry St.  ile  Mott St. arasında kalan, kapısından geçerken mis gibi kahve kokusu gelen Ferrara’s ta biraz dinlendik. 1892 yılından beri faaliyet gösteren bu tarihi mekanda süper bir espresso ve cheesecake yuttuktan sonra, o enerjiyle 5th Avenu’ye gitmek üzere metroya bindik.



5.Cadde gerçekten büyüleyiciydi.Ben aslında göktelen ve modern yüksek binaları sevmediğimi düşünüyordum. Ama kaç katlı olduğunu saymaya çalışsam da bir yerden sonra karıştırdığım , çatılarını görmek değil yüksekliğinin kaç metre olduğunu hayal bile edemediğim yapılan arasında yürümek gerçekten etkileyiciydi. Binalara, hep yukarılara bakmaktan boynum ağrıdığı zaman caddeye bakıp, o gösteriş, o şaşaa , o markalar, limuzinlerinde şoförleri bekleyen alışveriş tutkunlarını görüyordum. Onun dışında daha normal fiyatlı ve hatta Türkiye’den baya ucuz olan markaların yine bu caddede 
buluyorsunuz. Alışveriş yapacakların ilave bir valizle ülkelerine döndüğünü o zamana kadar anlamamıştım, ama fiyatları ve alternatif modelleri görünce anladım.

İzlediğim filmlerdeki sahneleri hatırılıyor, gözümü kapatıp tekrar açınca o sahnenin canlısını görüyor olmak daha da bir heyecanlanıyordu beni. Bence Amerika’nın simgesi olan, 2 katlı Apple Store’da gezinmek ayrı bir keyifti. Teknoloji ile aram pek iyi olmasa da, kalabalıktan fırsat bulup yanaştığım Pc lerde internete girip, etrafta biraz bakınmak güzel geldi.  Pahada ağır olan şeyleri , hostelde 12 kişilik odada muhafaza etmem zor olabileceği için, Türkiye’ye dönmeden önce tekrar bir ziyaret ettim 5th Avenue deki Apple Store’u.


New York’ta ilk günümü Times Square da sonlandırmak bir harikaydı. Times Square'in tam ortasındaki iki üçgen , Broadway ve 7th Avenue'nun kesişmesiyle oluşuyor. Evet fazla turistik ve kalabalıktı ama yine de güzeldi. Dört bir taraftan parıldayan neon panolar, rengarenk, ışıl ışıl; büyüleyiciydi.. Çocukluğumdan beri 31 Aralık akşamları televizyonlardan gördüğüm, aşağı doğru yavaş yavaş kayan o ünlü küre & koro halinde geri sayım 10...9....8....7.......3...2...1 ve havai fişekleeeerrrr !! sahnesi tekrar tekrar aklıma geldi. http://www.youtube.com/watch?v=cMGG1dk-WqU&feature=fvst

Ayrıca yine o bölgede Marriott Marques Hotel görülmeye değerdi. İçeriye sırt çantamızla turistik gezi yaparcasına (evet gerçek oydu) umarsızca girip, etrafa baktığımızda, asansöre binip 45-50 kat yukarı çıktığımızda kimse bizi garipsememişti. O sıra kendimi yaramaz çocuklar gibi hissetmiştim:) Aa bir de asansörde ,çok hızlı biçimde o kadar yükseğe çıkarken (150 metre civarı bir yükseklik olsa gerek) basınçtan rahatsız olan kulaklarımızı eşitlemek zorunda kalmıştık. Daha önce uçak ve scuba haricinde kulak eşitlememiştim :)


O akşam Brezilyalı arkadaşım Adriano ile Times Square'a yakın bir yerde bulduğumuz bir pub da süper margarita içtik, ya da çok yorgun olduğumuz ve Times Square den çok etkilendiğimiz için, sonrasında o margarita gerçekten iyi geldi bize :)



Gökdelenler ve diğer görülmesi gereken yapılar
Aslında şehirde görülmesi gereken yerlerin büyük bir kısmını, kaldığım hostelin organize ettiği, ton ton yaşlı bir amcanın bize rehberlik ettiği turda gördüm öğrendim. Sabah 10.00 dan akşam yaklaşık 00.00 a kadar süren bu tur gerçekten çok tatmin ediciydi. 20-25 kişi ile başladığımız bu şehir turu, saatler geçtikçe ve yorgunluk arttıkça, 10-15 kişiye kadar düştü :) Gün sonunda çok yorgundum ve gözlerim kapatır kapatmaz uyudum :)




Rockefeller Center (Top Of The Rock Observation Deck) : 

Harika bir avlusu,bahçesi, cafeleri, heykelleriyle art deco tarzındaki bu merkezde saatler geçebilir. Avluda güzel bir kahve ve yanında cupcake keyfi yapıp, mağazaları biraz dolaşıp ve sonrasında pek tabii ki çıkılması gereken Observation Desk. Sevgili Şili'li arkadaşım Arturo ile biletlerimizi alıp, biraz sıra bekledikten ve asansörle 60-65 kat yukarı çıktıktan sonra, manzaradan gerçekten etkilenmiştik. Şansımıza hava da güneşliydi ve mükemmel New York silüetini karşımızda duruyordu öylece. Panaromik olarak şehire yüksekten bakınca, Central Parkın ne kadar güzel konumlandığını farketmiştim.Ve maalesef ki o kadar beton yığını arasında nasıl da sıkışmış gözüküyordu :(




St. Patrick Cathedral



Dünyanın en büyük katedralleri arasında olan St.Patrick 101 metre yüksekliğinde ve 53 metre genişliğiyle göktelenlerin arasında sakin sakin oturuyor.Mimarının Almanya Köln'deki gothik bir katedralden etkilenip Avrupa tarzı diğer mimarilerden de etkilenmiş. St. Patrick katedralinin önünden yol geçiyor ve hemen yolun karşında ise Lee Larwin'in "Atlas" heykeli bulunuyor.



Flatiron Building beni en etkileyen binalardan biriydi. iki sokağın kesiştiği yerde olan bu bina, aynı bir ütüye benziyor. Yolun tam karşısına geçip, binaya farklı açılardan bakınca, her seferinde farklı bir yapıya bakıyormuş gibi oluyorsunuz. Yani çok küçük baş hareketleri ile, bakış açısına göre , oldukça farklılaşan bir bina oluyor.


Wall Street civarını turlayıp, o ünlü boğanın önünde fotoğraf çektirirken, üniversitedeyken kitaplarda okuduğumuz , derslerde gördüğümüz dünyanın kalbi, New York Stock Exchange (NYSE) yazısını gördüğümde gerçekten çok heyecanlanmıştım..

















                                                                                11 Eylül 2001 de, World Trade Center a yapılan saldırıdan sonra kendini toparlamaya çalışan ve Ground Zero  diye adlandırılan bu bölgeden geçerken ise, o tarihte televizyonlardan izlediğimiz görüntülerin buralarda yaşandığını hatırlayıp ,tüylerim diken diken olarak hüzünlenip üzülerek devam etmiştim yoluma..











 Manhattan'ın en güney ucundaki, Battery Park'tan kalkan gemiyle,Özgürlük Anıtı 'nın buluduğu Ellis Adasına gidebilir, ya da Circle Line Boat Tour ile, 3 saatlik denizden yapacağınız bir tur ile Manhattan adasının çevresini sudan gezebilirsiniz.


New York'ta göktelenler saymakla bitmez, hatta elinizi sallasanız önemli, heybetli, ünlü bir binaya rastlamanız çok mümkün. Chrysler Building & Grand Central Terminal, Empire State Building , Federal Hall  & Trinity Church görülmesi gereken diğer önemli göktelen ve yapılardan bazıları


Brooklyn : 
Köprünün diğer tarafı Brooklyn Manhattan'dan çok farklı. Göktelenler yok, çatısını göremediğim plazalar yok. en keyiflisi Manhattan ve Brooklyn'i birbirine bağlayan Brooklyn köprüsünden yürüyerek geçmekti. Özellikle Brooklyn Bridge Park'tan, tam karşıdaki göktelenler diyarı Manhattan'a bakmak gerçekten etkileyiciydi. Açık havalarda eminim çok daha güzel olur,ama yağmur bulutlarının üzerinde dolaştığı biraz daha kasvetli bir Manhattan silüeti de hiç fena değildi :)

















Müzeler:
New York: Dünya'nın sanat merkezi...Gezmeye deeri görmeye değer o kadar çok müze var ki..Belki de sadece 1 hafta sadece müzeleri gezmek için ayrılabilir.Benim o kadar zamanım ve isteğim olmadı ama araya birşeyler sıkıştırabildim..Bir dahaki sefere turistik geziden ziyade, daha çok kültür sanat gezisi yapmaya karar verdim..Bu kısım biraz eksik kaldı :(


Museum of Modern Art (MoMa): Belki de gezdiğim en güzel müzelerden biriydi.Frida Kahlo, Van Gogh (Yıldızlı Gece), Monet (Nilüferler), Rousseau, Picasso, Dali(Belleğin Direnci) gibi dünya çapında bir çok eser bulunmakta. Pop Art'ın ustası Andy Warhol'un "Altın Maryn Monroe" si de yine bu müzede gördüm. Özetle MoMa da,  bir sanat tarihi öğrencisi, bir ressam veyahut bir heykel sanatçısı kendini kaybedebilir. Çünkü MoMa'nın kalıcı koleksyonunda 100 binin üzerinde resim, heykel,tasarım objesi, mimari çizim ve modeli içermekteymiş..


American Museum of Natural History : Dev Dinazor fosillerinden, memelilere, kuşlara ,deniz canlılarına ve daha önce doğada hiç görmediğim minik organizmalara kadar herşeyin sergilendiği büyük bir müze.Ben son gün gittiğim için oldukça yorgundum.Zamanım olsa çok daha detaylı gezmek isterdim.


Guggenheim: Ah ah ah..New York'a kadar gittiğim ama gezmediğim müze:( Çok pişmanım..
Çok yorgun olduğum için ve çok da zamanım olmadığı için, tembellik yapıp gitmedim buraya ama neler kaçırdığımı sonradan öğrendim. ABD nin en büyük mimarı sayılan Frank Lloyd Wright'ın New York'taki tek binası olan, spiral biçimindeki bu eserine şöyle deniyor "doğrusal bir alanda bulunan dairesel form".. Görmek gezmek lazımdı..Ama artık çok geç, bir dahaki sefere :(

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder